Bundan 27 yıl önce İstanbul’un merkezinden 18 kilometre uzakta hayat dedikleri o uzun yolculuğuma başladım, o vakitlerde takvim 1987 yılının Aralık ayını işaret ediyordu. O zamanlar değilse bile, ileriki zamanlarda ne denli özel ve değerli hatta farklı hisler bıraktıracak olan bir çiftlik evinde büyüdüm ben. Doğanın içinde, yeşilin ve güneşin en’indeydi çocukluğum… Ülkenin değişen politikaları yaşadığım yerdeki insanların hayatlarını da değiştirmiş, çiftçilik ve hayvancılıktan, tüketim toplumu olmaya itmiş bir hayat düşünün; tam anlamıyla zorunda bıraktırılmış denebilir zannediyorum. Ben çiftliğin aktif olduğu son dönemlere yetişmiştim; bu anlamda kendimi şanslı kategorisine sokabilirim.
Okul yıllarım başlayana kadar bu çiftlikte babamın ailesi ile birlikte yaşadık. Yakın çevrede yerleşimin az olmasından dolayı çocukluğumu daha çok dedem ile birlikte geçirdim. Her çocuk için olmasa bile benim için de dedem en büyük dostumdu. Dışarıdan bakıldığında öyle olmak durumunda olduğu için gibi görünebilir bu durum fakat, öyle bile olsa her zaman hala daha ‘iyi ki’ diyebiliyorum; ne mutlu…
Koca adam benim her isteğime koşardı, ne dersem yapardı. Toprakla vakit geçirmeyi çok severdim; özellikle de ayaklarım çıplak bahçeyi sulamak benim için vazgeçilmez hatta en eğlencelisiydi. Öyle zamanlarda dedem de benimle bir olup, yalın ayak bahçeyi sulardı. Sırf bana arkadaş olabilmek içindi, bilirdim; ama olsundu, güzeldi…
İlk okul dönemlerimde herkesin çocukluğunun benimki gibi geçtiğini düşünüyordum. Lise
dönemimde, diğer çocuklarınkinin çok farklı olduğunu farkedip, kendi çocukluğum için ailemi suçladığımı farkettim. Son bir kaç yıldır ise yaşadığım çocukluk için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Dede ile birlikte çiftlikte büyüyen bir çocuk olarak, sebze ve meyve yetiştirmeye bunlarla beraber çiftlik hayvanlarına yakın bir hayatım oldu. Şimdilerde buna erişmenin güç olduğunu görüp eski’ye olan özlemim artıyor, en olmaksızın. Bir çocuk düşünün doğanın göbeğinde toza toprağa bulana bulana büyüyor; düşüyor, kalkıyor; acıyor ama yaralanmıyor.
Sonraları toplumdaki yapılaşma, hayati gereklilikler derken çiftlik hayatından koptuğumu fark ettim.
Eski’si gibi değildi artık, hiçbirşey. İlkokul, ortaokul, lise derken çiftlikte bütün gününü geçiren çocuk gitmiş; yerine, şehrin keşmekeş duvarlarında soluk almaya çalışan bir adam gelmiş. Bunları söylemek zor elbette ki, ama dayatılan bir tutum içinde yaşamak durumunda kalıyoruz. Belki de bu dünya düzeni böyledir, bilinmiyor ya da bilinmek istenmiyor. Karşı çıkılabilir miydi, önüne geçilebilir miydi; tartışılırdı illa ki… Fakat ben bu konuda galiba tartışmaya hakkı olmayan bir tarafta görüyorum kendimi. Nedeni çok net aslında. En güzel günlerimin olduğu çiftlikten kendimi çekmiş olmamın tek nedeni en büyük dostum beni terk etmişti… Gidemezdim, gitsem eski’yi arayacaktı gözlerim; yapamazdım. Sadece haftasonları, belki ayda bir ya da birkaç ayda bir saat’lere kadar düşmüştü içimdeki istek. Üzgün olmak da fayda vermiyordu, bilirdim fakat üzgündüm işte dostum gitmişti; neden bir daha gitseydim ki çiftliğe….
Bunlar hep aklımın bir köşesinde dururlar böyle, kendimi birilerine anlatırken; ‘çocukluk’ dendiğinde istemsiz bir şekilde dillendirmesem bile mutlaka aklımdan geçer giderler. Özünde çiftlik yaşamı güzeldi, bir çocuk için.
Liseye kadar ileride sanatla ilgileneceğim aklıma gelmezdi demeyeceğim, çünkü hep ilgiliydim; şimdilerde olduğu kadar olmasa bile. Japon edebiyatı hastalığına tutulmuştum; romanlar, öyküler…
Diğer yandan film kültürü açısından baktığımda da en çok ilgimi çeken Japon’larınkiydi, nedense.
Kendimi onlara çok yakın hissediyordum sebebini hala çözememiş olsam da; kendimden birer parça buluyorum belki de, kim bilir. Lise eğitimimi teknik bir lisede mimari alanda tamamladım. Mimar olmayı ortaokul yıllarımda söyler olduğumu hatırlıyorum. Üniversite’de mimarlık bölümüne giderek bu alandaki eğitimimi tamamlamış oldum. Fakat diyebilirim ki; her ne kadar ben istediğim için mimar olmuş olsam da annemin beni teknik liseye kaydettirmesi adımların en başında geliyordu. ‘Madem
mimarlık diyorsun, üniversiteyi bekleyene kadar lisede ‘haydi’ demelisin bu isteğine’ diyerek mimar oldurmuştur beni, sevgili annem.
Üniversite hayatım takdir edersiniz ki biraz fazla çetrefilliydi bir o kadar da güzeldi. Zor olan her şey nedense aynı zamanda çok da güzel oluyor; dünya düzeni ne garip! Şimdilerde bana mimar diyorlar, sanatı çok severmişim onu da hep ekliyorlar. Aslına bakıldığında yapmak istediğim bir çok şey var; hem mimarlığa dair hem sanata dair hem de insanlığa dair. Herkes gibi yeni yerler görmeyi, farklı havalar solumayı ve farklı tatlar tatmayı çok seviyorum. Özünde farklılığı seviyorum galiba ben. Farklı olmak derken, klasikleşmiş olmak bana çok uzak bir kavrammış gibi geliyor. Bunu da bu zamana kadar
edindiğim kültürel bilgiler söylettiriyor zannediyorum, bana.
Çiftlik hayatıyla başlayıp şehrin kozmopolit akımından kendini soyutlamaya çalışan bir mimar, aslında çok basit.
Bu makalenin İtalyanca çevirisini Gönder redazione@undertrenta.it veya yorum bırak.
Link Voce alle lingue
Twitter:
lunedì 30 Dicembre 2024